Güneyden Kuzeye İtalya
Kendi ülkemden sonra en
fazla sempati duyduğum ülke İtalya’dır. Kendimi bildim bileli İtalya’yı,
özellikle de Floransa’yı görmeyi çok istemişimdir. İtalya’ya ilk kez 2011
yılında gidebildim ve sadece Cenova ve Venedik’i görebildim; ama bu iki şehir
bile İtalya’yı boşuna sevmediğimi hissettirdi
bana. Ondan sonra birkaç kez girişimde bulunmama rağmen bazı aksilikler
nedeniyle bir türlü kısmet olmadı; ama bu ekim ayında bayram tatilini de fırsat
bilerek nihayet çok kapsamlı bir İtalya turu yapabildim. Turum Güney İtalya’dan başladı ve ilk önce
Napoli’ye gittim. Napoli tam hayal ettiğim gibi bir şehir, tıpkı filmlerdeki
gibi...Sokaklar pis, arabalar genellikle hasarlı ama hayattan keyif aldıkları
her hallerinden belli olan insanlarla dolu. Hava sıcak, insanlar ekim ayında
bile güneşlenip şehrin göbeğinden denize girebiliyor. Daha sonraki durağım
başkent Roma. Colesseum, İspanyol Merdivenleri, Trevi Aşk Çeşmesi ve daha
niceleriyle büyüleyici ve romantik Roma...Lezzetli pizzalar, makarna ve
dondurma diyarı... Çok kalabalık, her yer turist dolu ama görülmeye
değer...Hatta tekrar gidilip daha da fazla kalınmalı bence... Roma dağ köyleri Castel
Gandolfo ve Nemi huzurun tanımı gibi sanki. Müthiş göl manzarası ve mis gibi bir
hava; hiç ayrılası gelmiyor insanın... Hele Nemi’deki dağ çilekli turtaları da
yiyince “kesin yerleşmeliyim buraya” dedirtiyor insana... Roma'ya gelip te Vatikan'a gitmemek olmaz; ben de Roma’nın
içinde bulunan ve dünyanın en küçük yüzölçümüne sahip ülkesi olan Vatikan'a gidiyorum elbette. Yüksek
duvarlarıyla kendini Roma’dan soyutlamış olan Vatikan Hıristiyanlar
için çok önemli; zaten içine girdiğiniz andan itibaren dinin ne kadar baskın olduğunu çok net hissediyorsunuz. Çok ihtişamlı ve etkileyici... Veeee Floransa... İlk
önce Michelangelo Tepesi’nden bakıyorum hayallerimin şehrine ve nihayet geldim
diyorum... O kadar çok fotoğraflarına bakmışım ki, hiç yabancılık çekmiyorum bu
şehirde...Her yer sanat kokuyor, küçük ama büyüleyici...Hele Ponte Vecchio... Avrupa’daki
diğer favori köprülerim geliyor aklıma; Charles Bridge-Prag, Chain
Bridge-Budapeşte, Pont Alexandre III- Paris... Hepsi çok güzel ama Ponte
Vecchio’nun yeri nedense ayrı...Güzel desem değil, ama çok özel, çok değişik,
çok eski ve dolayısıyla da çok etkileyici...Patrick Suskind’in Koku kitabı ve
filmi geliyor aklıma... Ertesi gün Toscana’yı keşfe çıkıyorum ve önce
İtalya’nın bir nevi simgesi haline gelen Pisa Kulesi’nin de bulunduğu Pisa’ya
gidiyorum. Güzel ve zarif bir mimari, umduğumdan daha güzel buluyorum. Daha
sonrası ise tam anlamıyla bir zamanda yolculuk; San Gimignano ve Siena ile
Ortaçağ’a ışınlanıyorum sanki... San Gimignano’nun surların içinde kalan dar
sokaklarında dolaşırken, 12.& 13. yüzyıldan kalan ihtişamlı kulelerine
bakarken büyüleniyorum resmen. Bu kadar eski ve bu kadar güzel korunmuş bir
yeri görmüş olmak, solumak, kısa süreliğine de olsa buranın bir parçası olmak
çok güzel bir duygu. Girdiğim bir dükkanda Coldplay çalmasa gerçekten
14.yüzyılda yaşadığıma inanacağım neredeyse... Siena daha büyük bir yer. İnişli
çıkışlı dar sokakları, ünlü Piaza del Campo meydanı, at yarışlarına (Palio) ait
bayraklar ayrı bir dünya gibi...Zaten hem Siena hem de San Gimignano Unesco’nun
Dünya Kültür Mirasları listesinde, ben daha ne diyeyim... Ertesi gün romantik
Venedik’e gidiyorum. Bu kez daha tanıdık; rahatlıkla ve aşinalıkla dolaşıyorum.
San Marco meydanı, Dükler Sarayı, Rialto köprüsü, Büyük Kanal, gondollar yine
çok etkileyici... Sıradaki yolculuk önce Lombardiya bölgesindeki Como Gölü’ne
sonra da Milano’ya. Artık hava Napoli’deki gibi değil, hatta hafif yağmurlu ve sisli.
Ama sis öyle çok yakışıyor ki bu yemyeşil dik yamaçların arasındaki masmavi göle... Tek kelimeyle büyüleyici... Ama artık
İtalya gibi değil sanki, bu da çok normal çünkü neredeyse İsviçrede’yiz... Veee
Milano... Az biraz Paris’i hatırlatıyor bana, benim mantığımdaki İtalya’dan
biraz uzak; daha Avrupalı sanki... Ama çok keyifli ve modern bir şehir. Lüksü
iliklerime kadar hissediyorum burada...Bu arada Duomo çok etkileyici, içini
gezerken ayine denk geliyorum ve aklıma gelen ilk şey şu oluyor: İster
Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahudi... hangi din olursa olsun, inançlı
olmak çok güzel, bu huzuru yaşayarak çıkıyorum Duomo’dan.. Sonra Galleria’da
-hala bıkmadığıma ben bile şaşırıyorum ama- yine pizza yiyip şarabımı
yudumluyorum keyifle ama biraz da hüzünle; çünkü yarın bitiyor bu müthiş gezi ...
Son gün Torino’dayım...Sokak çalgıcıları veda ediyor sanki bana “La
Serenissima” ile... İtalya’yı, Avrupa’yı sevdiğimi hissediyorum yeniden... Ve
diyorum ki “yine geleceğim, bekle beni”...