19 Aralık 2014 Cuma


ÖRÜMCEK AĞLARI
Çalıştığım fabrikanın bahçesinde küçük yeşil bitkiler ve çalılıklar var. Yıllardır her sabah onların yanından yürüyerek gidiyorum ofisime. Bu bitkiler benim için çok özel, çünkü üzerlerinde dev örümcek ağları var ve her zaman orada olmalarına rağmen sadece sisli havalarda gösteriyorlar kendilerini. İlk defa geçen yıl sisli puslu bir sabahta ve bitkilerin üzerinde çiğ varken keşfettim bu muhteşem görüntüyü... Bir sürü insan geçiyordu oradan ve sabah mahmurluğuyla olsa gerek, hemen hemen hiç kimse farketmiyordu onları. Ben ise bu güzelliği yakalamanın mutluluğuyla hemen fotoğraflarını çekip arşivime dahil ettim. Bu karelerden bazılarını aşağıda bulabilirsiniz...

Ne garip değil mi? Bazı şeyler orada,  gözümüzün önünde duruyorlar belki de ama görebilmemiz için uygun koşullara ihtiyaçları var... Hayat her anıyla bir ders veriyor insana, elbette anlayana... Hepimizin hayatı anlayabilmesi ve bize sunduğu güzellikleri görebilmesi dileğiyle...

“İnsan gözdür, görüştür, gerisi ettir. İnsanın gözü neyi görüyorsa, değeri o kadardır.

                                                                                                                           Hz. Mevlana


  




 

4 Aralık 2014 Perşembe


GÜNIŞIĞI

Bugün 4 Aralık 2014. Yağmurlu fakat ılık bir kış günü. Aynı zamanda en kısa günler, sabah karanlıkta kalkıp güne başlıyorum ve işten çıkmama daha neredeyse 1,5 saat varken hava yine kararıyor. Güneş ben işteyken ortaya çıkıyor ama ben pek göremiyorum doğal olarak... Floresan ışığı ve bilgisayar ekranı benim işyerimdeki yegane ışık kaynaklarım malesef...Yapı olarak kışı pek sevmem ama sevmeme nedenim hava koşulları, soğuk vb... değil; daha çok günışığına olan hasretim soğutuyor beni bu aylardan...Halbuki hava buz gibi bile olsa şöyle bir dışarı çıkıp pırıl pırıl bir güneşe baktığımda ve gözlerim kamaştığında nasıl da mutlu olabilen bir insanım. Ya da yağmur yağarken birden güneş açıp sonrasında da gökkuşağı çıkar ya ortaya, nasıl güzel bir andır o an; resmen çocuklar gibi mutlu olurum... Güneş sanki benim enerji kaynağım, beni inanılmaz motive ediyor... Kars’ı hatırlıyorum; buz gibiydi hava, ama büyüleyici güzellikteki Çıldır Gölü’nün üzerinde şıkır şıkır parlayan bir güneş vardı ve tek kelimeyle muhteşemdi... Neyse  ki 21 Aralık’a 17 gün kaldı, sonrasında yine saatler uzamaya başlayacak , günışığına hergün biraz daha yaklaşacağım ve sizlere de yeni yeni şeyler yazacağım... Eee ne de olsa burası günışığının günlüğü..:-)
 





 

28 Kasım 2014 Cuma



"Aklıma bile gelmiyorsun artık...O kadar kalbimdesin ki..."

                                                                 Cemal Süreya






5 Kasım 2014 Çarşamba

EDİRNE

Daha önce birkaç kez gitmiş olmama rağmen hiç detaylı olarak gezememiştim Edirne'yi. Aslında Edirne'nin ülkemiz içinde metrekareye düşen tarihi eser bakımından birinci, dünyada da Floransa'dan sonra ikinci şehir olduğunu yakın zamanda öğrenmiş ve bu değerli bilgiyi neden daha önce bilmediğime için için kızmıştım. Edirne'yi gezip tanıma fırsatı bulduğumda, bu kadar yakın olup da bu güzellikleri daha önce görmediğim için daha da bir kızdım kendime... Herşeyden önce 3 adet nehir geçiyor bu güzel şehirden: Meriç, Tunca ve Arda... Izgara tipi sokaklarıyla çok sevdiğim Kars'ı hatırlatıyor bana... Her yer tarihi eserlerle dolu...İçinde dua edebilme fırsatı bulduğum Mimar Sinan'ın muhteşem ve bana göre çok da zarif olan ustalık eseri Selimiye Camii, iç ve dış duvarlarındaki Arapça yazılarıyla büyüleyici Eski Camii, şuanda malesef kullanım dışı olan Sinagog, taş köprüler, Sarayiçi'ndeki Kanuni Sultan Süleyman zamanından kalan Adalet Kasrı (Kulesi), Sultan II.Beyazıt Külliyesi içinde yer alan ve günümüzde ney seslerinin verdiği huzurla gezebileceğiniz bir Sağlık Müzesi olarak hizmet veren Darüşşifa ve Tıp Medresesi, Karaağaç'ta bulunan ve bugün Trakya Üniversitesi bünyesinde olan Tren Garı ve modern Lozan Anıtı...Daha yakın geçmişe baktığımızda ise Balkan Savaşı'nı ve Şükrü Paşa'yı yaşatan ve insanı o günlere götürüp içini sızlatan Balkan Savaşı Müzesi... Bir güne sığdırabildiklerimle ve manevi bir huzurla ayrılıyorum Edirne'den... Bir de şiir var sizlerle paylaşmak istediğim; Sağlık Müzesi'nin bahçesinde Ahmet Kutsi Tecer'e ait duygu dolu dizeler...

Ağaçla Sarmaşık
Burada, bu eski Darüşşifa’da
Birbirine aşık iki genç varmış.
Kızın bulunduğu yer loş bir oda,
Oğlanın kaldığı yer daha darmış.

Her sabah avluda buluşurlarmış,
Doluncaya kadar bir kum saati,
Kızın etrafını periler sarmış,
Oğlanın altında bir sihir atı.

Nihayet bir zaman gelmiş, sıhhati
Düzelmiş bu iki sevdalı gencin
Bir anda kaybolmuş hayatın tadı,
Meğer saadetmiş bu onlar için.

Son defa yan yana gelmiş ikisi,
And içmiş bir daha ayrılmamaya;
Kandırıp bu iki aşık herkesi,
Yeniden girmişler Darüşşifa’ya

En sonda acımış onlara Hızır,
Yaptığı bir iksir varmış kendinin,
Uyuduğu zaman Başhekim, Nazır
İlacına katmış her ikisinin.

İçince iksirden bu iki aşık,
Dünyası değişmiş her iki canın,
Kız bir ağaç olmuş, oğlan sarmaşık,
Issız bahçesinde Darüşşifa’nın.






17 Ekim 2014 Cuma


Güneyden Kuzeye İtalya

Kendi ülkemden sonra en fazla sempati duyduğum ülke İtalya’dır. Kendimi bildim bileli İtalya’yı, özellikle de Floransa’yı görmeyi çok istemişimdir. İtalya’ya ilk kez 2011 yılında gidebildim ve sadece Cenova ve Venedik’i görebildim; ama bu iki şehir bile İtalya’yı boşuna sevmediğimi  hissettirdi bana. Ondan sonra birkaç kez girişimde bulunmama rağmen bazı aksilikler nedeniyle bir türlü kısmet olmadı; ama bu ekim ayında bayram tatilini de fırsat bilerek nihayet çok kapsamlı bir İtalya turu yapabildim.  Turum Güney İtalya’dan başladı ve ilk önce Napoli’ye gittim. Napoli tam hayal ettiğim gibi bir şehir, tıpkı filmlerdeki gibi...Sokaklar pis, arabalar genellikle hasarlı ama hayattan keyif aldıkları her hallerinden belli olan insanlarla dolu. Hava sıcak, insanlar ekim ayında bile güneşlenip şehrin göbeğinden denize girebiliyor. Daha sonraki durağım başkent Roma. Colesseum, İspanyol Merdivenleri, Trevi Aşk Çeşmesi ve daha niceleriyle büyüleyici ve romantik Roma...Lezzetli pizzalar, makarna ve dondurma diyarı... Çok kalabalık, her yer turist dolu ama görülmeye değer...Hatta tekrar gidilip daha da fazla kalınmalı bence... Roma dağ köyleri Castel Gandolfo ve Nemi huzurun tanımı gibi sanki. Müthiş göl manzarası ve mis gibi bir hava; hiç ayrılası gelmiyor insanın... Hele Nemi’deki dağ çilekli turtaları da yiyince “kesin yerleşmeliyim buraya” dedirtiyor insana... Roma'ya gelip te Vatikan'a gitmemek olmaz; ben de Roma’nın içinde bulunan ve dünyanın en küçük yüzölçümüne sahip ülkesi olan Vatikan'a gidiyorum elbette.  Yüksek duvarlarıyla kendini Roma’dan soyutlamış olan Vatikan Hıristiyanlar için çok önemli; zaten içine girdiğiniz andan itibaren dinin ne kadar baskın olduğunu çok net hissediyorsunuz. Çok ihtişamlı ve etkileyici... Veeee Floransa... İlk önce Michelangelo Tepesi’nden bakıyorum hayallerimin şehrine ve nihayet geldim diyorum... O kadar çok fotoğraflarına bakmışım ki, hiç yabancılık çekmiyorum bu şehirde...Her yer sanat kokuyor, küçük ama büyüleyici...Hele Ponte Vecchio... Avrupa’daki diğer favori köprülerim geliyor aklıma; Charles Bridge-Prag, Chain Bridge-Budapeşte, Pont Alexandre III- Paris... Hepsi çok güzel ama Ponte Vecchio’nun yeri nedense ayrı...Güzel desem değil, ama çok özel, çok değişik, çok eski ve dolayısıyla da çok etkileyici...Patrick Suskind’in Koku kitabı ve filmi geliyor aklıma... Ertesi gün Toscana’yı keşfe çıkıyorum ve önce İtalya’nın bir nevi simgesi haline gelen Pisa Kulesi’nin de bulunduğu Pisa’ya gidiyorum. Güzel ve zarif bir mimari, umduğumdan daha güzel buluyorum. Daha sonrası ise tam anlamıyla bir zamanda yolculuk; San Gimignano ve Siena ile Ortaçağ’a ışınlanıyorum sanki... San Gimignano’nun surların içinde kalan dar sokaklarında dolaşırken, 12.& 13. yüzyıldan kalan ihtişamlı kulelerine bakarken büyüleniyorum resmen. Bu kadar eski ve bu kadar güzel korunmuş bir yeri görmüş olmak, solumak, kısa süreliğine de olsa buranın bir parçası olmak çok güzel bir duygu. Girdiğim bir dükkanda Coldplay çalmasa gerçekten 14.yüzyılda yaşadığıma inanacağım neredeyse... Siena daha büyük bir yer. İnişli çıkışlı dar sokakları, ünlü Piaza del Campo meydanı, at yarışlarına (Palio) ait bayraklar ayrı bir dünya gibi...Zaten hem Siena hem de San Gimignano Unesco’nun Dünya Kültür Mirasları listesinde, ben daha ne diyeyim... Ertesi gün romantik Venedik’e gidiyorum. Bu kez daha tanıdık; rahatlıkla ve aşinalıkla dolaşıyorum. San Marco meydanı, Dükler Sarayı, Rialto köprüsü, Büyük Kanal, gondollar yine çok etkileyici... Sıradaki yolculuk önce Lombardiya bölgesindeki Como Gölü’ne sonra da Milano’ya. Artık hava Napoli’deki gibi değil, hatta hafif yağmurlu ve sisli. Ama sis öyle çok yakışıyor ki bu yemyeşil dik yamaçların arasındaki masmavi  göle... Tek kelimeyle büyüleyici... Ama artık İtalya gibi değil sanki, bu da çok normal çünkü neredeyse İsviçrede’yiz... Veee Milano... Az biraz Paris’i hatırlatıyor bana, benim mantığımdaki İtalya’dan biraz uzak; daha Avrupalı sanki... Ama çok keyifli ve modern bir şehir. Lüksü iliklerime kadar hissediyorum burada...Bu arada Duomo çok etkileyici, içini gezerken ayine denk geliyorum ve aklıma gelen ilk şey şu oluyor: İster Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahudi... hangi din olursa olsun, inançlı olmak çok güzel, bu huzuru yaşayarak çıkıyorum Duomo’dan.. Sonra Galleria’da -hala bıkmadığıma ben bile şaşırıyorum ama- yine pizza yiyip şarabımı yudumluyorum keyifle ama biraz da hüzünle; çünkü yarın bitiyor bu müthiş gezi ... Son gün Torino’dayım...Sokak çalgıcıları veda ediyor sanki bana “La Serenissima” ile... İtalya’yı, Avrupa’yı sevdiğimi hissediyorum yeniden... Ve diyorum ki “yine geleceğim, bekle beni”...












 

1 Ekim 2014 Çarşamba

BOZCAADA

Bozcaada'ya ilk kez 2007 yılında gittim ve görür görmez aşık oldum. Ondan sonra kış hariç her mevsimde gittim. İlkbaharın sakinliğini, yazın temposunu ve sonbaharın huzurunu birçok kez hissettim bu adada. Çınaraltı'nda oturup zamanı yavaşlattım defalarca...Turistlerle adalıların müthiş bir ahenk içinde ama yine de kendilerince adayı yaşadıklarını gözlemledim. Ara sokakları her seferinde ilk kez görüyormuşçasına dolaştım ve gerçekten de her seferinde farklı bir güzelliği keşfettim. Kale, Salhane, Ayazma, Akvaryum koyu, Mitos, minicik ve mis gibi kekik kokan çarşısı, Çiçek Fırın'ın kocaman portakallı kurabiyeleri, yerel şarapları (favorim Corvus) ve tabi ki büyüleyici yel değirmenleri eşliğindeki günbatımı...

Vee denizine gelirsek...Buz gibi ama sanki şifalı bir su gibi insanı sarıp sarmalayan müthiş bir denizi var. Ayazma'da denize girip başağrımdan kurtulmuş olarak sudan çıktığımı çok bilirim. Ayrıca bazen hafif ama genellikle kuvvetlice esen rüzgarı da insanı sürekli tazeliyor. Adada akşam yemekleri ise tam bir şölen. Sahildeki balık restauranları ile ara sokaklardaki Rum meyhanelerinin ambiyansları birbirinden tamamen farklı ama her ikisi de gerçekten çok keyifli.

Bozcaada küçük bir ada ama anlatılacak daha doğrusu yaşanacak çok şeyi var. Gitmeyenlere tavsiyem biran önce gidip görün ve tadını çıkarın. Çünkü, üzülerek söylüyorum; çok yakında adanın bir beton yığınına dönüşmesi kuvvetle muhtemel... Bodrum'u, Çeşme'yi ve daha nice turizm cennetlerimizi betonlaştırdık, şimdi de sıra Kuzey Ege'ye geldi herhalde... Gerçekten içim acıyor,yazık...













30 Eylül 2014 Salı

MEVLANA

MEVLANA (30.09.2014)

"Bilemezsin sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı. Hiçbir şey içime sinmedi. Altın madenine altın sunmanın ne alemi var. Ya da okyanusa su... Düşündüğüm herşey Doğu'ya baharat götürmek gibiydi. Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok, çünkü sen zaten bunlara sahipsin. O yüzden sana bir ayna getirdim. Kendine bak ve beni hatırla...!"

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Doğum gününde (30.09.1207) saygı ve hasretle anıyoruz.

23 Eylül 2014 Salı

Anadolu'dan

2013 ilkbaharında GAP turuna gittim. İyi ki de gitmişim; bu tur kapsamında Mardin, Midyat, Mezopotamya, Şanlıurfa, Harran, Halfeti, Hasankeyf, Gaziantep ve Adıyaman'ı gördüm, Nemrut'ta güneşin doğuşunu izledim ve kelimenin tam anlamıyla turun her anından büyülendim. En kısa şekliyle bahsedersem, Mardin tam kültürler kompozisyonu ve bir açıkhava müzesi. Deyrülzaferan Manastırı'nda zaman durmuş gibi sanki, Kasımiye Medresesi, Zincirli Medrese, abbaralar zamanda yolculuk gibi....Mezopotamya'ya bakıp da etkilenmemek mümkün değil. Halfeti hayal bile edilemeyecek güzellikte, Atatürk Barajı tam bir gurur kaynağı. Şanlıurfa dini ve ruhani bir yolculuk gibi. Harran, karınca evleri ve insanları ile her hatırlandığında insanı mutlu edecek bir yer; Hasankeyf ise çok hüzünlü...Nemrut dağında 2150 m. yükseklikteki Tanrı Heykelleri arasından güneşin doğuşunu izlemek tam bir yeniden doğuş, tazelenme...Gaziantep ise çok keyifli; müthiş lezzetleri, Zeugma Mozaik Müzesi, sıcacık halkıyla insanı sarıp sarmalıyor. Ayrıca benim için çok ama çok özel bir şehir... Anadolu engin bir derya...Her köşesi birbirinden farklı, özel ve de görülmeye değer. Benimse önümde daha çoook yol var; Karadeniz, Kapadokya, Konya, Antakya ve daha niceleri... Bunlar yakın tarihli hedeflerim arasında. Umarım kısmet olur da gidebilirim ve sonrasında da izlenimlerimi sizlerle paylaşabilirim...

Sevgiler...