30 Aralık 2016 Cuma

2017 ve UMUT


Yılbaşı fotoğrafı olarak arşivimden bu kırık dökük kareyi seçtim; çünkü 2016 çok zor ve acı yüklü bir yıldı. Hem dünya hem de güzel ülkem için...
2017'nin barış ve huzur getirmesi dileğimle...

"Dünya cennet olsun, yaşasın insan
Gelin barışalım, dökülmesin kan
Son bulsun savaşlar, kesilsin figan
Barış güvercini uçsun dünyada...
İnsancıl insanlar barıştan yana
Ancak zalim olan kıyar insana
Barış aşkı yayılmalı cihana
Barış güvercini uçsun dünyada..."

Nesimi Çimen


21 Kasım 2016 Pazartesi

Yıllar sonra yeniden Prag

    Prag'a ilk gidişim bundan 11 yıl önceydi, kış nedeniyle epey soğuktu ama yine de beni büyülemişti ve daha o zaman buraya yeniden gelmeliyim demiştim. Bu Ekim ayında Prag'ı bir de sonbahar renkleriyle görme fırsatı buldum ve masal şehir Prag'ı daha da çok sevdim.
  
    İlk gelişimde, o soğuk havada, gecenin bir vakti Charles Köprüsü'nde, üzerinde sadece bir gömlek olan ve yüzünü gizleyerek diz çöküp elini açmış bir vaziyette bekleyen bir dilenci beni resmen ağlatmıştı. Bu gelişimde de yine aynı şekilde dilenen dilenciler, ressamlar ve sokak müzisyenleri ile bezeli Charles Köprüsü, günbatımında harika kareler yakalamamı sağladı. Vlatava Nehri'ndeki kuğular ise bu masal şehri daha da etkileyici kıldı yine...Faytonları ve eski arabaları seyrederek, gotik mimarinin baş döndüren sivri kuleleri eşliğinde parke taşlı sokaklarda yürümek ve Old Town Square'de Astronomik Saat'i izleyerek sıcak şarabımı yudumlamak muhteşemdi.

   Bu Prag turumda II. Dünya Savaşı sırasında Nazilere ait bir toplama kampı olarak kullanılan Terezin'e de gittim ve tahmin ettiğimden de çok etkilendim. 1940'larda Avrupa'nın göbeğinde yaşanan ve benim aklımın hiçbir zaman almadığı ve almayacağı bu büyük zulmün izleri o kadar taze ve o kadar acı yüklüydü ki, inanın bu tarihi ayıba tanık olmak bile canımı çok yaktı.

   Bu gezimin bir ekstra turu da Dresden Almanya'ydı ve Dresden'i gerçekten çok beğendim. Savaşın sonunda taş üstünde taş kalmayacak şekilde bombalanan bu şehir yeniden aslına uygun olarak ve hatta aynı taşlar kullanılarak inşa edilmiş. Bu şehirde bir yeniden doğuş hikayesi var ve bunda disiplin ve çalışkanlıkları tüm dünyaca bilinen Almanların imzası mevcut. Hayran olmamak mümkün değil...

   Terezin Kampı'nı ve Dresden'i gördükten sonra yine anladım ki savaş hiç kimseye bir şey kazandırmıyor; ama günümüzde bile hala savaşmak ya da savaştırmak amacıyla yapılanları görüyoruz ve hatta yaşıyoruz maalesef...

   Prag'daki son gecemizde Detenice'deki 1300'lü yıllardan kalma bir Ortaçağ Hanı'na gidiyoruz ve sanki zamanda yolculuk yaparak Ortaçağ'a ışınlanıyoruz. O döneme ait müzikler ve gösterilerle, enfes bir yemek ve elbette meşhur Çek biraları eşliğinde, çoğunluğunu Çeklerin oluşturduğu bir ortamda hep birlikte eğleniyor, aynı şeye gülüp, aynı keyfi paylaşıyoruz. Aslında hepimiz dünya vatandaşıyız. Keşke bunu hepimiz idrak edebilsek ve bize verilen bu ömrü yok etmek, tüketmek için değil de paylaşmak, üretmek ve tüm renklerimizle "bir olabilmek" için harcasak...Belki çok ütopik düşünüyorum ama böylesi daha güzel olmaz mıydı, ne dersiniz ?

                                                                 Prag













 
 
 
Terezin Toplama Kampı
 





 
Dresden
 




 
   

10 Eylül 2016 Cumartesi

Avrupa'nın Güneyi

    Bildiğiniz gibi gezmek en sevdiğim şeylerden biri bu hayatta...Hele hem ülkemde, hem de dünyada bu kadar kaos, terör ve doğal afetler varken kaçıp, bir süreliğine de olsa huzur bulmaya çalışmak elimden gelen yegane şey...
 
    Bu amaçla yine çok sevdiğim iki ülkeyi (İtalya ve Fransa) ve daha önce gitmediğim İsviçre'yi görmek üzere yola koyuldum. Her şeyden önce belirtmeliyim ki bu tur hem çok keyifli, hem de çok tempolu geçti. Sekiz günde üç ülke, on altı farklı yerleşim yeri (şehir, kasaba ve köy) gördüm. Turumuz daha önce de gitmiş olduğum Milano ile başladı ve her zamanki gibi kendimi yine çok iyi hissettim bu şehirde...Ertesi gün La Spezia, Vernezza (Cinque Terre), Santa Margaritha ve muhteşem Portofino'ya gittim ve resmen vuruldum...Tipik İtalyan yaşam stili ve sıcaklığı yine sarıp sarmaladı beni...Daha sonraki gün çok sevdiğim Como'yu yeniden gördüm ve yine çok keyif aldım. Ardından İsviçre'nin İtalyanca konuşulan kısmı olan Lugano'ya geçtim ve göl kıyısına konumlanmış bu keyifli yer ile İsviçre topraklarına ayak basmış oldum. Daha sonra İsviçre'nin muhteşem doğası eşliğinde Luzern'e gelip, günü fish&chips ve elbette İsviçre birası eşliğinde bitirdim. Sonraki gün Avrupa'nın ve hatta dünyanın kasası diyebileceğim ve şimdiye dek gördüğüm en temiz, en düzenli ve bende sanki sterilmiş izlenimi uyandıran Zürih'i keşfe çıktım. Yaşam kalitesinin alışılagelmişin epey üzerinde olduğu her halinden belli olan bu şehirde pek bir ruh bulamasam da, takdir etmemem mümkün değil...Gün içinde benim kendimi "harikalar diyarında" gibi hissetmemi sağlayan ve şu hayatta en sevdiğim çikolata markası olan Lindt'in fabrika ve satış mağazasına gidip elbette! kendimi kaybettim:-)  Daha sonra çocukluğumun çizgi film kahramanı Heidi'nin köylerinde doğaya teslim ettim kendimi ve yine çocuk oldum...Appenzell ve Alp'ler tek kelimeyle muhteşemdi gerçekten...
   
    Ertesi gün yine oldukça yoğundu ve öncelikle İsviçre'nin başkenti Bern'e geçtim. Bern, Zürih'e göre daha tarihi ve karakteristik özellikte bir şehir; sevdim...Sonrasında Cenevre, Lozan ve çok sevdiğim (bana göre dünyadaki en iyi erkek ses sanatçısı) Freddie Mercury'nin heykelinin de bulunduğu ve kendisinin de çok sevdiği Montreux'a gittim. Keyifli, doğaya saygılı ve huzurlu şehirler...Eşsiz göl manzaraları (Cenevre ve Leman gölleri) ve üzüm bağları ile bezenmiş yolculuk ta muhteşemdi...

   Daha sonraki gün "kıymetlim" Fransa'ya geçtim ve ilk olarak beni kendine hayran bırakan Annecy'yi keşfettim. Çok kalabalık olmasına rağmen İsviçre'de pek bulamadığım yaşama sevincine ve ruhuna burada yeniden kavuştum (voila !) Ve ardından bu turda benim için en büyük keşif ve aşk olan Lyon'a gittim. Bu şehri sizlere nasıl anlatsam...Karakter ve mimari yapı olarak Paris'e çok benzemekle birlikte, daha sakin ve karmaşadan uzak; Rhone ve Saone  nehirleri de bu şehre ayrı bir güzellik katmış. Benim için tam yaşanılası bir şehir...

   Sondan bir önceki gün Beaujolais şaraplarının yapıldığı üzümlerin yetiştiği müthiş bağlar ile harika ekmek ve kurabiyelerin satıldığı minik ve sevimli bir pazara gidip "ben burada mı kalsam acaba" demeye başladım...

   Sonuç olarak İtalya ve Fransa beni yine yanıltmadı; yine -hatta daha da- çok sevdim, yine çok keyif aldım, yine o güzel yemeklerinden, pizzalarından, tiramisudan, Fransa'da Paul'ün müthiş sandviçlerinden yedim ve yine kalbimi oralarda bırakıp döndüm:-)

   İsviçre için ise söyleyebileceğim en önemli şey, insana insan gibi yaşama hakkı veren çok medeni ve özel bir ülke. Ama benim gibi bir Türk için hala İtalya ve Fransa'nın (bir de İspanya'nın) önüne geçemez.

   Neticede bu turdan çok büyük keyif aldım, yeni dostlar kazandım, hafızama gördüğüm güzel yerleri depoladım elbette daha da net hatırlayabilmek için bol bol fotoğrafladım.

   Bu gezimin notları ve bana hissettirdikleri bu şekilde. Elbette kendi bakış açımla yazdım ve görüntüledim. Umarım yazdıklarım az da olsa sizlere bu yerler hakkında bir fikir verir...

Sevgiyle kalın...:-)



















 






15 Ağustos 2016 Pazartesi

Herkese merhaba,

Çok uzun zamandır yazmadım, daha doğrusu yazamadım. Hem ülkemde hem de dünyada peş peşe meydana gelen terör olayları, ardından ülkemdeki büyük tehdit ve halkın tek vücut olarak tehlikeyi püskürtmesi vs. derken elim bir şeyler yazmaya gitmedi, gidemedi...

Ama artık normale dönüp silkinmek ve bu depresif ruh halinden kurtulmak istedim; ve bloğuma geri döndüm:-)

İlk olarak sizlere Haziran ayında gerçekleştirdiğim Karadeniz gezimden bahsetmek istiyorum. İlk kez 2015 yılında gidip te hayran kaldığım Doğu Karadeniz'e bu kez daha da kapsamlı bir gezi yaptım ve bu tur sayesinde Atrvin, Borçka, Karagöl, Uzungöl ve Batum'u da görme fırsatı buldum. Ülkemiz bir cennet ama inanın bana Doğu Karadeniz özellikle inanılmaz bir yer... Gidip te tazelenmemek, huzur bulmamak mümkün değil. Eğer doğayı, yeşili ve suyu seviyorsanız mutlaka ama mutlaka gidin görün ve yaşayın, muhteşem yemeklerinden yiyin derim. Batum Gürcistan'a gelince bana göre görülmemesi bir kayıp değil. Çünkü bir bütünlüğü, bir tarihi ve dolayısıyla kendine ait bir kimliği maalesef yok; dolayısıyla da bende pek bir etki bırakmadı.

Şimdi aşağıda bu seyahatime ait baz kareleri sizlerle paylaşacağım. Bir dahaki yazımı da en kısa sürede paylaşacağım, söz :-)

Sevgiler...