17 Nisan 2015 Cuma



              " Özledim. Söyleyeceklerim bu kadar kısa ve derin..."
                               
                                                                           Cemal Süreya





9 Nisan 2015 Perşembe

İspanya günlerim:

İlk kez 2011 yılında İspanya’ya gitmiş, bu gezim sırasında Almeria, Granada başta olmak üzere Endülüs bölgesini, muhteşem Alhambra Sarayı’nı, ayrıca İspanya’ya ait Palma de Mallorca ve Ibiza adalarını ve Barcelona’yı görmüştüm. Ama yetmemişti... Hem Barcelona’yı yeniden görmek ve daha detaylı olarak tanıyabilmek, hem de daha önce gitme fırsatı bulamadığım Madrid’e gidebilmek için bir Madrid-Barcelona turu yaptım. Vee iyi ki yapmışım, gerçekten çok keyifli ve doyurucu bir gezi oldu. Herşeyden önce Mart sonu-Nisan başı olmasına rağmen sıcacık ve pırıl pırıl güneşli bir hava vardı;  hatta Madrid’de insanlar sandalet giymeye başlamışlardı bile...Madrid gerçekten çok güzel ve tarihi dokusunu modern yaşama tamamen entegre etmiş bir şehir, yaşanılası sokakları ve sıcakkanlı insanlarıyla insanı hemen sarıp içine alıyor. Ayrıca yemekleri bizlere çok uygun ve lezzetli... Madrid’te kaldığım süre boyunca görme fırsatı bulduğum Segovia ve Toledo ise resmen birer masal diyarı... Her iki şehir de hem coğrafik olarak hem de tarihi dokusunu korumuş olmaları nedeniyle insanı bu zamandan alıp eskilere götürüyor...Kastilya Leon bölgesinde yer alan Segovia’daki Alcazar Şatosu ve Romalılar tarafından yapılmış olan su kemerleri insanı büyülüyor. Ayrıca süt kuzusu etlerinin tadına doyum olmuyor... Toledo Kastilya La Mancha Bölgesi’nin merkezi ve Unesco Dünya Mirası listesinde...Tajo Nehri de bu şehire muhteşem bir güzellik katıyor.  Kartpostallardan fırlamış gibi duran kareler çekiyorum burada...Ayrıca tatilimin Paskalya dönemine denk gelmesi nedeniyle hemen her yerde törenler var ve bu da turuma ayrı bir renk katıyor... 3 gece Madrid’te kaldıktan sonra otobüs ile Barcelona’ya  doğru yola çıkıyoruz. Yoldaki keyifli durağımız Aragon bölgesinin başkenti ve Goya’nın şehri Zaragoza... Çok rüzgarlı bir yer ama çiçekli kocaman meydanında oturup Arap ve Hiristiyan mimarı stilleri karışımının müthiş bir örneği olan Basilica del Pilar’ı izlemek son derece keyifli...Hele bir de Türk restoranında döner yiyip, demli çay da içince herşey dört dörtlük oluyor...

Katalonya bölgesinin gözbebeği Barcelona’ya varınca bir yere ikinci kez gelmenin rahatlığı ve aşinalığını hissediyorum. 2011’de de tanımladığım ve bloğumda da bahsettiğim gibi Barcelona hakikaten yeni ve çok düzenli bir şehirleşme örneği; keyifli ve yaşanılabilir bir şehir... Park Guell ilk gördüğümdeki kadar büyülemiyor beni ama La Sagrada Familia yine çok ihtişamlı ve yine bana çocukluğumda ıslak kumdan yaptığım kulecikleri hatırlatıyor. Yine her yer turist dolu ve olası bir hırsızlığa karşı çantalarımızı mümkün olduğunca korumaya çalışıyoruz... La Rambla caddesinde alışveriş bir süreliğine de olsa günlük hayata döndürüyor bizi ama hemen sonrasında kültür depolamaya devam ediyoruz. Önce Poble Esponyol isimli İspanyol köyüne gidiyorum ve tüm İspanya’yı sığdırmış oldukları bu sevimli köyde İspanya’ya ait ve İspanya’yı İspanya yapan tüm farklılıkları, her bir özerk bölgeye ait olan değişik mimarileri bir çırpıda görebiliyorum. Daha sonra Avrupa’nın en büyük futbol stadyumu olan ve FC Barcelona’nın iç saha maçlarını yaptığı Camp Nou’ya gidiyorum ve futbolun aslında sadece futbol olmayıp, ne kadar da ticari bir iş olduğunu kocaman satış mağazasından ve çılgınca alışveriş yapan futbol tutkunlarından anlıyorum. Günün son durağı Sitges adlı şirin bir Akdeniz kıyı kasabası... Denize girenler, plaj voleybolu oynayanlar, mavi kapılı bembeyaz evler, şık butikler ve deniz mahsulü ağırlıklı menüleriyle kıyı restoranları bana tam bir Akdeniz ruhu yaşatıyor.    

Ertesi gün hem çok renkli hem de çok hüzünlü olarak tanımlayabileceğim ve az biraz Floransa’ya benzettiğim Girona’ya gidiyorum. Alman yazar Patrick Suskind’ın Koku adlı romanından uyarlanmış ve benim de çok sevdiğim bir film olan Koku: Bir Katilin Hikayesi’nin birçok sahnesinin de çekildiği balık sırtı sokaklarında Müslüman, Hıristiyan ve Musevi mirasının izlerini çok net görebiliyorum. Çok keyifli bir tarihi yolculuk gibi bu sakin sokaklarda gezinmek...  Daha sonra sürrealizm akımının çılgın dahisi Salvador Dali’nin doğduğu Figueras kasabasına gidiyorum. Dali’nin müzesi çok ilginç, adeta zihnin sınırlarını zorluyor; Dali’nin çok büyük bir dahi olduğunun kanıtı gibi...

 Daha sonraki gün vergisiz sistemi nedeniyle Avrupa’nın alışveriş cenneti olarak lanse edilen ve Fransa ile İspanya sınırında Pirene Dağları’nın zirvesindeki küçük bir prenslik olan Andorra’ya gidiyorum. Yoldaki coğrafya büyüleyici... Pireneler, Franco döneminden kalan baraj, yemyeşil bir doğa inanılmaz huzur veriyor.  Daha sonra Barcelona’ya ve Akdeniz’e kuşbakışı bakabileceğimiz Montserrat Dağı’na ve etkileyici manastıra gidiyorum. Bu zirve bir hac merkezi olarak kabul ediliyor ve ruhani duygusu gerçekten çok yüksek.  Dağ 1236 m. yükseklikte ve bizim Kapadokya gibi rüzgarla dans etmiş adeta... Bu dağın Barcelona’yı yeni baştan yaratan Gaudi’ye de La Sagrada Familia’yı yaparken esin kaynağı olduğu çok bariz...Manastırdan aşağı inerken bal ve peynir gibi yöresel ürünler satan insanlardan alışveriş yapıyoruz. Kendimi bir anda ülkemde, Kaz Dağları’nda alışveriş yaptığım anlardaki gibi hissediyorum.

Sayılı gün çabuk geçiyor ve dönüş günü geliyor... Yeni edinilen dostlarla adres, telefon alışverişleri yapılıyor ve yine görüşmek için sözleşiliyor... Uçuş esnasında yanımızda Ekvator’dan İstanbul’a ilk kez gelmenin heyecanını taşıyan şirin yol arkadaşımızla bol bol sohbet ediyorum ve mehtaplı bir gece yolculuğu sonunda muhteşem görüntüsüyle İstanbul beliriyor altımızda. Neredeyse Ekvator’lu arkadaşım kadar heyecanla ve hayranlıkla bakıyorum bu büyüleyici şehre ve şükür yine sağ salim döndük yurdumuza diyorum... Gezmek, farklı yerleri, farklı kültürleri görmek, bir süreliğine de olsa oralardaki yaşamın bir parçası olmak ne kadar güzelse, eve dönmek ve sevdiklerime daha yakın olmak da o kadar güzel...Elimde ağır bavullarım, aklımda gördüğüm yerler, damağımda yediğim leziz tapaslar ve paellaların tadı, telefonumda bir sürü fotoğraf ve kalbimde büyük bir özlemle çıkıyorum havalimanından...

Not: Geziye ait fotoğrafları bugüne yetiştiremedim; ayrıca yükleyeceğim:-)