17 Ekim 2014 Cuma


Güneyden Kuzeye İtalya

Kendi ülkemden sonra en fazla sempati duyduğum ülke İtalya’dır. Kendimi bildim bileli İtalya’yı, özellikle de Floransa’yı görmeyi çok istemişimdir. İtalya’ya ilk kez 2011 yılında gidebildim ve sadece Cenova ve Venedik’i görebildim; ama bu iki şehir bile İtalya’yı boşuna sevmediğimi  hissettirdi bana. Ondan sonra birkaç kez girişimde bulunmama rağmen bazı aksilikler nedeniyle bir türlü kısmet olmadı; ama bu ekim ayında bayram tatilini de fırsat bilerek nihayet çok kapsamlı bir İtalya turu yapabildim.  Turum Güney İtalya’dan başladı ve ilk önce Napoli’ye gittim. Napoli tam hayal ettiğim gibi bir şehir, tıpkı filmlerdeki gibi...Sokaklar pis, arabalar genellikle hasarlı ama hayattan keyif aldıkları her hallerinden belli olan insanlarla dolu. Hava sıcak, insanlar ekim ayında bile güneşlenip şehrin göbeğinden denize girebiliyor. Daha sonraki durağım başkent Roma. Colesseum, İspanyol Merdivenleri, Trevi Aşk Çeşmesi ve daha niceleriyle büyüleyici ve romantik Roma...Lezzetli pizzalar, makarna ve dondurma diyarı... Çok kalabalık, her yer turist dolu ama görülmeye değer...Hatta tekrar gidilip daha da fazla kalınmalı bence... Roma dağ köyleri Castel Gandolfo ve Nemi huzurun tanımı gibi sanki. Müthiş göl manzarası ve mis gibi bir hava; hiç ayrılası gelmiyor insanın... Hele Nemi’deki dağ çilekli turtaları da yiyince “kesin yerleşmeliyim buraya” dedirtiyor insana... Roma'ya gelip te Vatikan'a gitmemek olmaz; ben de Roma’nın içinde bulunan ve dünyanın en küçük yüzölçümüne sahip ülkesi olan Vatikan'a gidiyorum elbette.  Yüksek duvarlarıyla kendini Roma’dan soyutlamış olan Vatikan Hıristiyanlar için çok önemli; zaten içine girdiğiniz andan itibaren dinin ne kadar baskın olduğunu çok net hissediyorsunuz. Çok ihtişamlı ve etkileyici... Veeee Floransa... İlk önce Michelangelo Tepesi’nden bakıyorum hayallerimin şehrine ve nihayet geldim diyorum... O kadar çok fotoğraflarına bakmışım ki, hiç yabancılık çekmiyorum bu şehirde...Her yer sanat kokuyor, küçük ama büyüleyici...Hele Ponte Vecchio... Avrupa’daki diğer favori köprülerim geliyor aklıma; Charles Bridge-Prag, Chain Bridge-Budapeşte, Pont Alexandre III- Paris... Hepsi çok güzel ama Ponte Vecchio’nun yeri nedense ayrı...Güzel desem değil, ama çok özel, çok değişik, çok eski ve dolayısıyla da çok etkileyici...Patrick Suskind’in Koku kitabı ve filmi geliyor aklıma... Ertesi gün Toscana’yı keşfe çıkıyorum ve önce İtalya’nın bir nevi simgesi haline gelen Pisa Kulesi’nin de bulunduğu Pisa’ya gidiyorum. Güzel ve zarif bir mimari, umduğumdan daha güzel buluyorum. Daha sonrası ise tam anlamıyla bir zamanda yolculuk; San Gimignano ve Siena ile Ortaçağ’a ışınlanıyorum sanki... San Gimignano’nun surların içinde kalan dar sokaklarında dolaşırken, 12.& 13. yüzyıldan kalan ihtişamlı kulelerine bakarken büyüleniyorum resmen. Bu kadar eski ve bu kadar güzel korunmuş bir yeri görmüş olmak, solumak, kısa süreliğine de olsa buranın bir parçası olmak çok güzel bir duygu. Girdiğim bir dükkanda Coldplay çalmasa gerçekten 14.yüzyılda yaşadığıma inanacağım neredeyse... Siena daha büyük bir yer. İnişli çıkışlı dar sokakları, ünlü Piaza del Campo meydanı, at yarışlarına (Palio) ait bayraklar ayrı bir dünya gibi...Zaten hem Siena hem de San Gimignano Unesco’nun Dünya Kültür Mirasları listesinde, ben daha ne diyeyim... Ertesi gün romantik Venedik’e gidiyorum. Bu kez daha tanıdık; rahatlıkla ve aşinalıkla dolaşıyorum. San Marco meydanı, Dükler Sarayı, Rialto köprüsü, Büyük Kanal, gondollar yine çok etkileyici... Sıradaki yolculuk önce Lombardiya bölgesindeki Como Gölü’ne sonra da Milano’ya. Artık hava Napoli’deki gibi değil, hatta hafif yağmurlu ve sisli. Ama sis öyle çok yakışıyor ki bu yemyeşil dik yamaçların arasındaki masmavi  göle... Tek kelimeyle büyüleyici... Ama artık İtalya gibi değil sanki, bu da çok normal çünkü neredeyse İsviçrede’yiz... Veee Milano... Az biraz Paris’i hatırlatıyor bana, benim mantığımdaki İtalya’dan biraz uzak; daha Avrupalı sanki... Ama çok keyifli ve modern bir şehir. Lüksü iliklerime kadar hissediyorum burada...Bu arada Duomo çok etkileyici, içini gezerken ayine denk geliyorum ve aklıma gelen ilk şey şu oluyor: İster Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahudi... hangi din olursa olsun, inançlı olmak çok güzel, bu huzuru yaşayarak çıkıyorum Duomo’dan.. Sonra Galleria’da -hala bıkmadığıma ben bile şaşırıyorum ama- yine pizza yiyip şarabımı yudumluyorum keyifle ama biraz da hüzünle; çünkü yarın bitiyor bu müthiş gezi ... Son gün Torino’dayım...Sokak çalgıcıları veda ediyor sanki bana “La Serenissima” ile... İtalya’yı, Avrupa’yı sevdiğimi hissediyorum yeniden... Ve diyorum ki “yine geleceğim, bekle beni”...












 

1 Ekim 2014 Çarşamba

BOZCAADA

Bozcaada'ya ilk kez 2007 yılında gittim ve görür görmez aşık oldum. Ondan sonra kış hariç her mevsimde gittim. İlkbaharın sakinliğini, yazın temposunu ve sonbaharın huzurunu birçok kez hissettim bu adada. Çınaraltı'nda oturup zamanı yavaşlattım defalarca...Turistlerle adalıların müthiş bir ahenk içinde ama yine de kendilerince adayı yaşadıklarını gözlemledim. Ara sokakları her seferinde ilk kez görüyormuşçasına dolaştım ve gerçekten de her seferinde farklı bir güzelliği keşfettim. Kale, Salhane, Ayazma, Akvaryum koyu, Mitos, minicik ve mis gibi kekik kokan çarşısı, Çiçek Fırın'ın kocaman portakallı kurabiyeleri, yerel şarapları (favorim Corvus) ve tabi ki büyüleyici yel değirmenleri eşliğindeki günbatımı...

Vee denizine gelirsek...Buz gibi ama sanki şifalı bir su gibi insanı sarıp sarmalayan müthiş bir denizi var. Ayazma'da denize girip başağrımdan kurtulmuş olarak sudan çıktığımı çok bilirim. Ayrıca bazen hafif ama genellikle kuvvetlice esen rüzgarı da insanı sürekli tazeliyor. Adada akşam yemekleri ise tam bir şölen. Sahildeki balık restauranları ile ara sokaklardaki Rum meyhanelerinin ambiyansları birbirinden tamamen farklı ama her ikisi de gerçekten çok keyifli.

Bozcaada küçük bir ada ama anlatılacak daha doğrusu yaşanacak çok şeyi var. Gitmeyenlere tavsiyem biran önce gidip görün ve tadını çıkarın. Çünkü, üzülerek söylüyorum; çok yakında adanın bir beton yığınına dönüşmesi kuvvetle muhtemel... Bodrum'u, Çeşme'yi ve daha nice turizm cennetlerimizi betonlaştırdık, şimdi de sıra Kuzey Ege'ye geldi herhalde... Gerçekten içim acıyor,yazık...