10 Eylül 2016 Cumartesi

Avrupa'nın Güneyi

    Bildiğiniz gibi gezmek en sevdiğim şeylerden biri bu hayatta...Hele hem ülkemde, hem de dünyada bu kadar kaos, terör ve doğal afetler varken kaçıp, bir süreliğine de olsa huzur bulmaya çalışmak elimden gelen yegane şey...
 
    Bu amaçla yine çok sevdiğim iki ülkeyi (İtalya ve Fransa) ve daha önce gitmediğim İsviçre'yi görmek üzere yola koyuldum. Her şeyden önce belirtmeliyim ki bu tur hem çok keyifli, hem de çok tempolu geçti. Sekiz günde üç ülke, on altı farklı yerleşim yeri (şehir, kasaba ve köy) gördüm. Turumuz daha önce de gitmiş olduğum Milano ile başladı ve her zamanki gibi kendimi yine çok iyi hissettim bu şehirde...Ertesi gün La Spezia, Vernezza (Cinque Terre), Santa Margaritha ve muhteşem Portofino'ya gittim ve resmen vuruldum...Tipik İtalyan yaşam stili ve sıcaklığı yine sarıp sarmaladı beni...Daha sonraki gün çok sevdiğim Como'yu yeniden gördüm ve yine çok keyif aldım. Ardından İsviçre'nin İtalyanca konuşulan kısmı olan Lugano'ya geçtim ve göl kıyısına konumlanmış bu keyifli yer ile İsviçre topraklarına ayak basmış oldum. Daha sonra İsviçre'nin muhteşem doğası eşliğinde Luzern'e gelip, günü fish&chips ve elbette İsviçre birası eşliğinde bitirdim. Sonraki gün Avrupa'nın ve hatta dünyanın kasası diyebileceğim ve şimdiye dek gördüğüm en temiz, en düzenli ve bende sanki sterilmiş izlenimi uyandıran Zürih'i keşfe çıktım. Yaşam kalitesinin alışılagelmişin epey üzerinde olduğu her halinden belli olan bu şehirde pek bir ruh bulamasam da, takdir etmemem mümkün değil...Gün içinde benim kendimi "harikalar diyarında" gibi hissetmemi sağlayan ve şu hayatta en sevdiğim çikolata markası olan Lindt'in fabrika ve satış mağazasına gidip elbette! kendimi kaybettim:-)  Daha sonra çocukluğumun çizgi film kahramanı Heidi'nin köylerinde doğaya teslim ettim kendimi ve yine çocuk oldum...Appenzell ve Alp'ler tek kelimeyle muhteşemdi gerçekten...
   
    Ertesi gün yine oldukça yoğundu ve öncelikle İsviçre'nin başkenti Bern'e geçtim. Bern, Zürih'e göre daha tarihi ve karakteristik özellikte bir şehir; sevdim...Sonrasında Cenevre, Lozan ve çok sevdiğim (bana göre dünyadaki en iyi erkek ses sanatçısı) Freddie Mercury'nin heykelinin de bulunduğu ve kendisinin de çok sevdiği Montreux'a gittim. Keyifli, doğaya saygılı ve huzurlu şehirler...Eşsiz göl manzaraları (Cenevre ve Leman gölleri) ve üzüm bağları ile bezenmiş yolculuk ta muhteşemdi...

   Daha sonraki gün "kıymetlim" Fransa'ya geçtim ve ilk olarak beni kendine hayran bırakan Annecy'yi keşfettim. Çok kalabalık olmasına rağmen İsviçre'de pek bulamadığım yaşama sevincine ve ruhuna burada yeniden kavuştum (voila !) Ve ardından bu turda benim için en büyük keşif ve aşk olan Lyon'a gittim. Bu şehri sizlere nasıl anlatsam...Karakter ve mimari yapı olarak Paris'e çok benzemekle birlikte, daha sakin ve karmaşadan uzak; Rhone ve Saone  nehirleri de bu şehre ayrı bir güzellik katmış. Benim için tam yaşanılası bir şehir...

   Sondan bir önceki gün Beaujolais şaraplarının yapıldığı üzümlerin yetiştiği müthiş bağlar ile harika ekmek ve kurabiyelerin satıldığı minik ve sevimli bir pazara gidip "ben burada mı kalsam acaba" demeye başladım...

   Sonuç olarak İtalya ve Fransa beni yine yanıltmadı; yine -hatta daha da- çok sevdim, yine çok keyif aldım, yine o güzel yemeklerinden, pizzalarından, tiramisudan, Fransa'da Paul'ün müthiş sandviçlerinden yedim ve yine kalbimi oralarda bırakıp döndüm:-)

   İsviçre için ise söyleyebileceğim en önemli şey, insana insan gibi yaşama hakkı veren çok medeni ve özel bir ülke. Ama benim gibi bir Türk için hala İtalya ve Fransa'nın (bir de İspanya'nın) önüne geçemez.

   Neticede bu turdan çok büyük keyif aldım, yeni dostlar kazandım, hafızama gördüğüm güzel yerleri depoladım elbette daha da net hatırlayabilmek için bol bol fotoğrafladım.

   Bu gezimin notları ve bana hissettirdikleri bu şekilde. Elbette kendi bakış açımla yazdım ve görüntüledim. Umarım yazdıklarım az da olsa sizlere bu yerler hakkında bir fikir verir...

Sevgiyle kalın...:-)