2015...Koskoca 365 gün...Şöyle bir geriye dönüp baktığımda benim için önemli ve bir o kadar da zor bir yıl...2015'te Ferrari'sini Satan Bilge kadar olmasa da iş hayatım ve kariyerim hakkında radikal kararlar aldım. Bunun dışında bazen Tulpar misali kanatlanan hayallerimin peşinden koştum; bazen de kalbim cam kırıklarıyla dolu olarak, vurgun yemişçesine geçirdiğim zor zamanlarım oldu. Yine gezdim, farklı insanlar tanıyıp yeni dostlar edindim. En yakınımdakinin güvenilmez, en uzağımdakininse en candan olabileceğini gördüm. Hem olgunlaştım hem de hala çok ham olduğumu anladım. Ama zar zor da olsa 20 15 ' sevdiklerimle birlikte sağ salim tamamladım çok şükür...Ve artık sıfırlama zamanı...Sil baştan başlayıp yola devam etme vakti...Sevgiler dostlarım...:)
29 Aralık 2015 Salı
2015...Koskoca 365 gün...Şöyle bir geriye dönüp baktığımda benim için önemli ve bir o kadar da zor bir yıl...2015'te Ferrari'sini Satan Bilge kadar olmasa da iş hayatım ve kariyerim hakkında radikal kararlar aldım. Bunun dışında bazen Tulpar misali kanatlanan hayallerimin peşinden koştum; bazen de kalbim cam kırıklarıyla dolu olarak, vurgun yemişçesine geçirdiğim zor zamanlarım oldu. Yine gezdim, farklı insanlar tanıyıp yeni dostlar edindim. En yakınımdakinin güvenilmez, en uzağımdakininse en candan olabileceğini gördüm. Hem olgunlaştım hem de hala çok ham olduğumu anladım. Ama zar zor da olsa 20 15 ' sevdiklerimle birlikte sağ salim tamamladım çok şükür...Ve artık sıfırlama zamanı...Sil baştan başlayıp yola devam etme vakti...Sevgiler dostlarım...:)
10 Aralık 2015 Perşembe
Soğuk bir Aralık sabahından merhaba...
Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz fincanı 2012 yılında Paris'ten almıştım, aslında 2 kişilikti ama maalesef diğeri kırıldı; kırıldığında da epey üzülmüştüm...Düşünüyorum da o günden bu güne ben neler yaşadım, ne çok kırıldım...Bir fincana bile üzülen ben, ne kadar da çok üzüldüm...Neyse ki fincanın teki sağlam ve hatta kahvemin üzerinde balık gibi bir şey var; görüyorsunuz değil mi?...Hayat işte...
20 Ekim 2015 Salı
25 Eylül 2015 Cuma
27 Haziran 2015 Cumartesi
Sevdaluk eyi şeydur...
Karadeniz bir
nefes...Ciğerlerinizi oksijenle, bedeninizi dinginlikle ve kalbinizi huzurla dolduran
bir nefes... Hep söylerlerdi, hep bilirdim güzelliğini ama görmek bu zamana
kısmetmiş. Yeşilin binbir tonu arasında her yerden akan dereleri, taş köprüleri,
köpük köpük şelaleleri ,dumanlı dağları ve kendine has evleri ile çok natürel ve aynı zamanda çok da özel... Yollarındaki taşların arasından bile yeşillikler
fışkırıyor ve hemen her daim inceden yağan yağmur insanda tazeleyici bir etki
bırakıyor... Mis gibi kokan kırlarında yabani çiçekleri rengarenk...Mesela
gelincik var ama bildiğimiz gibi kırmızı değil, güneş rengi... Bunca yeşilliğin
içinde mutlu oldukları her hallerinden belli olan inekleri, oraya buraya
koşuşturan tavukları, pırıl pırıl sularda yüzen ördekleri var. Kısacık
tatilimde tilki de gördüm, atmaca da...Bu kadar doğal bir hayatı görmek ve
paylaşmak inanılmaz keyifli... Ama işin bir de gerçeği var; burada yaşam kolay
değil, yöre halkı sürekli doğayla mücadele halinde...Çay, fındık, mısır iyi ama
onun dışında ne tarım ne de hayvancılık yapılabiliyor. Bir yerde çay içerken
köylülerle sohbet ediyorum ve köyün gençlerinin büyük şehirlere gittiğini ve
kendilerinin burada konaklayan son kuşak olduklarını öğreniyorum... Her yörenin
kendine ait güzellikleri olduğu gibi problemleri de var malesef... Kısa ama benim
için çok değerli zamanlar geçirerek ve bir daha ki gelişimi sonbahara denk
getirmeyi planlayarak turumu tamamlıyorum. Ha bu arada sevdaluk eyi şeydur:-)
Not: Fotoğrafları da ilk
fırsatta yükleyeceğim, söz...
2 Haziran 2015 Salı
Karadeniz İnsanı ve Dostluk Üzerine...
Yıllar önce, ben daha
küçücük bir çocukken İstanbul’daki üst komşularımız Karadenizliydi ve Karadeniz
insanıyla ilk temasım böyle başladı. Laz köftesi, kara lahana sarması ve
hamsili pilav ile de böyle tanıştım. Daha sonra Tekirdağ’a taşındığımızda yine Karadeniz’den
Tekirdağ’a göçmüş bir aile ile (Ç ailesi) tanıştık ve aramızda yıllara
yayılacak çok köklü bir dostluğun ilk temelleri atılmış oldu. Evin en yaşlısı
babaanne K nine idi ve bana hep “Güneş hala” derdi; çünkü Karadeniz’de Güneş isimli bir halası vardı ve beni her
gördüğünde onu hatırlardı. Evin babası S, annesi ise B idi ve 4 çocukları
vardı. En büyük oğul S, ilk kız D, 2. kız B ve küçük oğul Z. Ben hepsinden
küçüktüm ve her biri benim öz ablam ya da abim gibiydi. Gecemiz gündüzümüz
birlikte geçerdi ve annemle ben resmen evin birer ferdi gibiydik. O zamana dek
hayatımda gördüğüm en sıcak ve doğal insanlardı. Daha sonra evin büyük kızı D
ile bizim İstanbul’daki üst kat komşularımızın oğlunu (Ş) annem tanıştırdı ve
evlenmelerine vesile oldu. Böylece iki
köklü Karadeniz ailesini birbirine bağlamış olduk. Kader işte...
Yıllar sonra Ç ailesi de
İstanbul’a taşındı ama bizler bağlantıyı hiç koparmadık. Bazen ben
üniversitedeyken annem Tekirdağ’dan gelirdi ve D ile Ş’nin evinde toplanırdık.
D ile Ş’nin çocukları (3 tane) öz yeğenlerim gibiydi. Bu arada evin küçük kızı
B ablam da evlendi, çoluk çocuğa karıştı ve yeğen sayım 6’ya çıkmış oldu. Ben
üniversiteyi bitirip işe girdiğimde kısa bir süre İstanbul’da yaşamam gerekti
ve D ablamın evinde kaldım. B ablam bana da gel diye israr ediyordu ama o
karşıda oturuyordu ve lokasyon olarak işyerime çok tersti; yine de aklı
bizdeydi ve ona da gitmiyorum diye içten içe kızıyordu bana... Bazen sabahın
saat 3’üne kadar bitmezdi sohbetlerimiz D ablamla... Çok güzel günlerdi....
İlk önce evin babaannesi
göçtü bu dünyadan, yaşlıydı epey ama yine de canlı tarih gibi bir insanın ölümü
dokundu bize... Ondan birkaç yıl sonra K ninenin oğlunun, yani S amcanın
rahmetli olduğunu öğrendik... Bugünse malesef yıllardır yüzünü görmesem de
kalben sevgimin hiç bitmediği B teyzenin aramızdan ayrıldığını öğrendim. O
vefakar, daima güleryüzlü Karadeniz
kadını...Başı ağrıdığında bir eşarpla başını sıkar, yine evinde koşuşturmaya,
yemek yapmaya, torunlarıyla ilgilenmeye devam ederdi. Bu arada espriler yapar,
hepimizi gülmekten kırar geçirirdi. Ölüm Allah’ın emri ama sana hiç yakışmadı
be Beyza teyzem...Nurlar içinde yat, mekanın cennet olsun...
8 Mayıs 2015 Cuma
9 Nisan 2015 Perşembe
İspanya günlerim:
İlk kez 2011 yılında
İspanya’ya gitmiş, bu gezim sırasında Almeria, Granada başta olmak üzere
Endülüs bölgesini, muhteşem Alhambra Sarayı’nı, ayrıca İspanya’ya ait Palma de
Mallorca ve Ibiza adalarını ve Barcelona’yı görmüştüm. Ama yetmemişti... Hem
Barcelona’yı yeniden görmek ve daha detaylı olarak tanıyabilmek, hem de daha
önce gitme fırsatı bulamadığım Madrid’e gidebilmek için bir Madrid-Barcelona
turu yaptım. Vee iyi ki yapmışım, gerçekten çok keyifli ve doyurucu bir gezi
oldu. Herşeyden önce Mart sonu-Nisan başı olmasına rağmen sıcacık ve pırıl
pırıl güneşli bir hava vardı; hatta
Madrid’de insanlar sandalet giymeye başlamışlardı bile...Madrid gerçekten çok
güzel ve tarihi dokusunu modern yaşama tamamen entegre etmiş bir şehir,
yaşanılası sokakları ve sıcakkanlı insanlarıyla insanı hemen sarıp içine
alıyor. Ayrıca yemekleri bizlere çok uygun ve lezzetli... Madrid’te kaldığım
süre boyunca görme fırsatı bulduğum Segovia ve Toledo ise resmen birer masal
diyarı... Her iki şehir de hem coğrafik olarak hem de tarihi dokusunu korumuş
olmaları nedeniyle insanı bu zamandan alıp eskilere götürüyor...Kastilya Leon
bölgesinde yer alan Segovia’daki Alcazar Şatosu ve Romalılar tarafından yapılmış
olan su kemerleri insanı büyülüyor. Ayrıca süt kuzusu etlerinin tadına doyum
olmuyor... Toledo Kastilya La Mancha Bölgesi’nin merkezi ve Unesco Dünya Mirası
listesinde...Tajo Nehri de bu şehire muhteşem bir güzellik katıyor. Kartpostallardan fırlamış gibi duran kareler
çekiyorum burada...Ayrıca tatilimin Paskalya dönemine denk gelmesi nedeniyle
hemen her yerde törenler var ve bu da turuma ayrı bir renk katıyor... 3 gece
Madrid’te kaldıktan sonra otobüs ile Barcelona’ya doğru yola çıkıyoruz. Yoldaki keyifli
durağımız Aragon bölgesinin başkenti ve Goya’nın şehri Zaragoza... Çok rüzgarlı
bir yer ama çiçekli kocaman meydanında oturup Arap ve Hiristiyan mimarı
stilleri karışımının müthiş bir örneği olan Basilica del Pilar’ı izlemek son
derece keyifli...Hele bir de Türk restoranında döner yiyip, demli çay da
içince herşey dört dörtlük oluyor...
Katalonya bölgesinin
gözbebeği Barcelona’ya varınca bir yere ikinci kez gelmenin rahatlığı ve
aşinalığını hissediyorum. 2011’de de tanımladığım ve bloğumda da bahsettiğim gibi
Barcelona hakikaten yeni ve çok düzenli bir şehirleşme örneği; keyifli ve
yaşanılabilir bir şehir... Park Guell ilk gördüğümdeki kadar büyülemiyor beni
ama La Sagrada Familia yine çok ihtişamlı ve yine bana çocukluğumda ıslak
kumdan yaptığım kulecikleri hatırlatıyor. Yine her yer turist dolu ve olası bir
hırsızlığa karşı çantalarımızı mümkün olduğunca korumaya çalışıyoruz... La
Rambla caddesinde alışveriş bir süreliğine de olsa günlük hayata döndürüyor
bizi ama hemen sonrasında kültür depolamaya devam ediyoruz. Önce Poble Esponyol
isimli İspanyol köyüne gidiyorum ve tüm İspanya’yı sığdırmış oldukları bu
sevimli köyde İspanya’ya ait ve İspanya’yı İspanya yapan tüm farklılıkları, her
bir özerk bölgeye ait olan değişik mimarileri bir çırpıda görebiliyorum. Daha
sonra Avrupa’nın en büyük futbol stadyumu olan ve FC Barcelona’nın iç saha
maçlarını yaptığı Camp Nou’ya gidiyorum ve futbolun aslında sadece futbol
olmayıp, ne kadar da ticari bir iş olduğunu kocaman satış mağazasından ve
çılgınca alışveriş yapan futbol tutkunlarından anlıyorum. Günün son durağı
Sitges adlı şirin bir Akdeniz kıyı kasabası... Denize girenler, plaj voleybolu
oynayanlar, mavi kapılı bembeyaz evler, şık butikler ve deniz mahsulü ağırlıklı
menüleriyle kıyı restoranları bana tam bir Akdeniz ruhu yaşatıyor.
Ertesi gün hem çok renkli hem de çok hüzünlü olarak tanımlayabileceğim ve az biraz Floransa’ya benzettiğim Girona’ya gidiyorum. Alman yazar Patrick Suskind’ın Koku adlı romanından uyarlanmış ve benim de çok sevdiğim bir film olan Koku: Bir Katilin Hikayesi’nin birçok sahnesinin de çekildiği balık sırtı sokaklarında Müslüman, Hıristiyan ve Musevi mirasının izlerini çok net görebiliyorum. Çok keyifli bir tarihi yolculuk gibi bu sakin sokaklarda gezinmek... Daha sonra sürrealizm akımının çılgın dahisi Salvador Dali’nin doğduğu Figueras kasabasına gidiyorum. Dali’nin müzesi çok ilginç, adeta zihnin sınırlarını zorluyor; Dali’nin çok büyük bir dahi olduğunun kanıtı gibi...
Daha sonraki gün vergisiz sistemi nedeniyle
Avrupa’nın alışveriş cenneti olarak lanse edilen ve Fransa ile İspanya
sınırında Pirene Dağları’nın zirvesindeki küçük bir prenslik olan Andorra’ya
gidiyorum. Yoldaki coğrafya büyüleyici... Pireneler, Franco döneminden kalan
baraj, yemyeşil bir doğa inanılmaz huzur veriyor. Daha sonra Barcelona’ya ve Akdeniz’e
kuşbakışı bakabileceğimiz Montserrat Dağı’na ve etkileyici manastıra gidiyorum.
Bu zirve bir hac merkezi olarak kabul ediliyor ve ruhani duygusu gerçekten çok
yüksek. Dağ 1236 m. yükseklikte ve bizim
Kapadokya gibi rüzgarla dans etmiş adeta... Bu dağın Barcelona’yı yeni baştan
yaratan Gaudi’ye de La Sagrada Familia’yı yaparken esin kaynağı olduğu çok
bariz...Manastırdan aşağı inerken bal ve peynir gibi yöresel ürünler satan
insanlardan alışveriş yapıyoruz. Kendimi bir anda ülkemde, Kaz Dağları’nda
alışveriş yaptığım anlardaki gibi hissediyorum.
Sayılı gün çabuk geçiyor
ve dönüş günü geliyor... Yeni edinilen dostlarla adres, telefon alışverişleri
yapılıyor ve yine görüşmek için sözleşiliyor... Uçuş esnasında yanımızda
Ekvator’dan İstanbul’a ilk kez gelmenin heyecanını taşıyan şirin yol
arkadaşımızla bol bol sohbet ediyorum ve mehtaplı bir gece yolculuğu sonunda muhteşem
görüntüsüyle İstanbul beliriyor altımızda. Neredeyse Ekvator’lu arkadaşım kadar
heyecanla ve hayranlıkla bakıyorum bu büyüleyici şehre ve şükür yine sağ salim
döndük yurdumuza diyorum... Gezmek, farklı yerleri, farklı kültürleri görmek,
bir süreliğine de olsa oralardaki yaşamın bir parçası olmak ne kadar güzelse,
eve dönmek ve sevdiklerime daha yakın olmak da o kadar güzel...Elimde ağır
bavullarım, aklımda gördüğüm yerler, damağımda yediğim leziz tapaslar ve paellaların
tadı, telefonumda bir sürü fotoğraf ve kalbimde büyük bir özlemle çıkıyorum
havalimanından...
Not: Geziye ait fotoğrafları bugüne yetiştiremedim; ayrıca yükleyeceğim:-)
2 Mart 2015 Pazartesi
EDEBİYATIMIZIN DEV ÇINARI YAŞAR KEMAL
“Deniz o kadar durgun, o kadar durgundu ki karıncalar su içerdi”
Yaşar Kemal
Ben senin kitaplarınla doğanın ancak bu kadar iyi tasvir
edilebileceğini gördüm… İda’ya ve menevişlenen Ege’ye zaten hayrandım, sayende daha da tutuldum…Senin kitaplarını okurken burnumda yarpuz ve kekik kokusu vardı hep... Yine
senin yazdıklarınla anladım duyguların bu kadar yalın ama bir o kadar da derin
anlatılabileceğini…Bu topraklarda yaşanan acıları ve tüm bu acılara karşın yine
de yitirilmeyen umudu… Yazdıklarınla bana daima yaşama sevinci ve huzur verdin…
Işığın bol olsun büyük usta…
“Sen aleviyle yakan bir güneş ki şahane. Ben ışığa ulaşmaya
çalışan bir pervane”
Yaşar Kemal
17 Şubat 2015 Salı
KADIN OLMAK...
Türkiye’de bir süredir
kadın cinayetlerinde, tacizde, tecavüzde yani kadın istismarında büyük bir
artış var. Hergün gazetelerde bu tür haberler okuyoruz; televizyonda eşini ya
da kız arkadaşını sokak ortasında döven, tekmeleyen adamlar görüyoruz. Her birinde
canımız acıyor, yazıklar olsun diyoruz ama en son olay.... Özgecan Aslan... 20
yaşında pırıl pırıl bir üniversite öğrencisi. Tek suçu bir toplu taşıma aracına
binmek... Daha sonra olanlar ise insanlık dışı, tarifi mümkün olmayan şeyler...
Buna hangi yürek dayanır? Ailesini ne teselli eder? O canilere ne ceza
verilirse verilsin Özgecan’ı geri getirir mi? Kadın olmak hele de Türkiye’de
kadın olarak var olmak gerçekten çok zor... Hangimiz hava karardığında adımlarımızı
sıklaştırarak biran önce evimize varmayı istemedik? Hangimize laf atılmadı? Toplu
taşıma aracında tek bayan kaldığımızda hangimiz tedirgin olmadık? Hangimizi
fütursuzca gözlerini dikerek süzmediler? Erkekler kendinde bu hakkı görürken
bizler neden suçlu gibi başımızı önümüze eğdik hep? Peki nedir aramızdaki fark?
Aramızdaki fark insanı insan olarak görememektir. İnsanları kadın-erkek,
etken-edilgen, aktif-pasif olarak kategorize etmektir ve daha da kötüsü bu
zihniyette çocuklar yetiştirmektir. Eğitimle öğrenim bizde hep karıştırılır. Eğitimli
insan deyince diploması gelir akla hep; halbuki bu çok yanlıştır. Diplomalar
bize öğrenim sonucunda verilir ve aslında eğitimli insan olmakla çok da alakası
yoktur. Eğitim daima ailede başlar ve iyi bir insan olmanın temelleri daha küçücük
bir çocukken atılır. Elbette kişisel gelişim bir ömür boyu sürer ve öğrenim
sürecinde de birşeyler katarız kendimize, ama aileden alınmış olan bir temel varsa...Eğitimli
insan -eğer akıl sağlığı yerindeyse- ahlaklı,
medeni, doğaya ve insana saygılı, iyi niyetli, dürüst, temiz kalpli ve yardımsever
olur. Yani eskilerin deyimiyle düzgün insan... Allah hepimizin karşısına düzgün
insanlar çıkarsın...
2 Ocak 2015 Cuma
MÜZİK DEYİNCE...
Yeni yılın ilk gününde televizyonda Viyana Filarmoni Orkestrası'nın konserini izledim ve tam tabiriyle ruhum beslendi. 2004 yılında Viyana'da bir konser izlemiştim, elbette Filarmoni Orkestrası değildi ama harikaydı; o geceyi anımsadım keyifle...Sonra müziğin hayatımdaki yerini düşündüm ve düşündüklerimi sizlerle de paylaşmaya karar verdim. Müzik benim için o kadar önemli ki... Hemen hemen her tür müzik dinlerim ve her birinden farklı tat alırım. Mesela klasik müzik benim için terapi gibi... Vivaldi, Bach, Mozart, Chopin, Dvorak, Beethoven ve daha niceleri...Özellikle işimin başındayken kulaklığımı takar güne ve çalışmaya klasik müzikle başlarım... Düşünsenize 1600-1700'lü yıllarda bestelenmiş eserleri bugün hala büyük bir keyifle dinleyebiliyorsak, müzik ne kadar evrensel ve ne kadar da zamandan bağımsız.... Bu bahsettiğim sadece klasik müzikle sınırlı değil elbette... Çok eski bir Anadolu türküsünü yine içim yanarak dinleyebiliyorum ya da bir oyun havasıyla içim kıpır kıpır oluyor... Ney sesini duyduğumda hissettiğim huzur paha biçilmez... Coldplay, Sarah Brightman, Enya dinlerken farklı bir boyuta geçiyorum sanki... Sezen Aksu, Adele, Dido çok duygulandırıyor; Faithless ile dans etmeden duramıyorum... Mercan Dede vazgeçilmezim; Anjelika Akbar ve Farid Farjad derinliğim... Türkülerimiz Anadolu'nun zenginliği ve çeşitliliği, Roman havaları çılgınlığım... Müzik benim hayatımın vazgeçilmez bir gıdası... Müzik ile hayatın katmanlarına inebilmek ve hiçbir zaman sığ yaşamamak dileğimle herkese mutlu yıllar dilerim.
Yeni yılın ilk gününde televizyonda Viyana Filarmoni Orkestrası'nın konserini izledim ve tam tabiriyle ruhum beslendi. 2004 yılında Viyana'da bir konser izlemiştim, elbette Filarmoni Orkestrası değildi ama harikaydı; o geceyi anımsadım keyifle...Sonra müziğin hayatımdaki yerini düşündüm ve düşündüklerimi sizlerle de paylaşmaya karar verdim. Müzik benim için o kadar önemli ki... Hemen hemen her tür müzik dinlerim ve her birinden farklı tat alırım. Mesela klasik müzik benim için terapi gibi... Vivaldi, Bach, Mozart, Chopin, Dvorak, Beethoven ve daha niceleri...Özellikle işimin başındayken kulaklığımı takar güne ve çalışmaya klasik müzikle başlarım... Düşünsenize 1600-1700'lü yıllarda bestelenmiş eserleri bugün hala büyük bir keyifle dinleyebiliyorsak, müzik ne kadar evrensel ve ne kadar da zamandan bağımsız.... Bu bahsettiğim sadece klasik müzikle sınırlı değil elbette... Çok eski bir Anadolu türküsünü yine içim yanarak dinleyebiliyorum ya da bir oyun havasıyla içim kıpır kıpır oluyor... Ney sesini duyduğumda hissettiğim huzur paha biçilmez... Coldplay, Sarah Brightman, Enya dinlerken farklı bir boyuta geçiyorum sanki... Sezen Aksu, Adele, Dido çok duygulandırıyor; Faithless ile dans etmeden duramıyorum... Mercan Dede vazgeçilmezim; Anjelika Akbar ve Farid Farjad derinliğim... Türkülerimiz Anadolu'nun zenginliği ve çeşitliliği, Roman havaları çılgınlığım... Müzik benim hayatımın vazgeçilmez bir gıdası... Müzik ile hayatın katmanlarına inebilmek ve hiçbir zaman sığ yaşamamak dileğimle herkese mutlu yıllar dilerim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)